Karakterler Canlanmaya Başladı

Son aylarda ilk bölümünden sonra izlemeye devam edebildiğim tek dizi Muhteşem Yüzyıl: Kösem oldu. Yine de bugüne dek hakkında bir türlü yazmaya da girişmemiştim. Tarihi dramalara merakım ve prodüksiyonun ihtişamı, etkileyiciliği; en küçük rolde bile hepsi birbirinden iddialı oyuncuların olması beni ekran başında tutmuştu ama yine de yeterince heyecan ve merak duymuyordum.
Niyeti, amacı ve bu yolda yaptıklarıyla şimdiye kadar en net çizilen karakterlerden biri olan Şahin Giray da bu bölüm eylemlerini daha da belirginleştirdi ve Celaliler'e işbirliği teklifinde bulunarak tahtı varissiz bırakmaktan daha inandırıcı ve derin bir plana soyundu.
Bu noktada şundan mutlaka söz etmek isterim: Başta saltanatın en açık düşmanı "Şahin Giray" ve sonrasında Halime Sultan kolayca, taht ve iktidar hırsları olan, yaptıkları her şeyi de bu ihtirasla yapan, hikayenin "kötüleri" olarak gösterebilecekken eylemlerinin ardında yatan nedenler, haklılıkları bize defalarca anlatılarak risk alınmış.
Genel olarak izleyici, uzun sürecek bir dizide kimi sevip güveneceğini, kimden nefret edeceğini kolayca bilmek isteme eğilimde. Bu durumdaysa -her ne kadar yüzünden nefreti ve kini hiç eksik olmasa da- yurdundan, ailesinden, varisi olduğu tahtından koparılarak rehin alınmış, hapis tutulan Şahin Giray'ın özgürlüğüne kavuşmak ve hesap sormak isteğini kim haksız bulabilir ki? Ya da bir annenin, Halime Sultan'ın küçük oğlunun canını ne pahasına olursa olsun korumaya çalımasını?
Hem izleyicinin aklının karışmasını hem de gelebilecek diğer eleştirileri göze alarak hikayede yer alan bütün unsurlara eşit mesafede duran ve nesnel olmaya çalışan bu anlatım tercihi beni memnun ediyor.
Ana karakterimiz olması gereken Anastasya'nın hikayesi hâlâ ilgimi çekmeye başlamadı. Bu, "herkesten faklı, saf, masum ama vahşi ve deli dolu kız" karakteri ve hikayesi çok yoruldu ve eskidi bence artık. Şaşırtıcı, dolayısıyla ilgi çekici bir tarafı da yok henüz. Ahmet ve Anastasya arasında geçen romantik sahneler de çekim tarzı, temponun düşüklüğü, ışığı vs. ile gerçeklikten uzak, rüyavari haliyle yeterince canlı görünmüyor sanki. Bu nedenlerle hikaye henüz Kösem'leşmeye başlayamadı.
Hikaye genişleyip karakterler derinleştikçe farklı oyuncular ön plana çıkmaya ve daha çok keyif vermeye başladı. Örneğin Aslıhan Gürbüz'ün Halime Sultan'ı en canlı, karakterin ve oyunculuğun en örtüştüğü performanslardan biri.
Onunla birlikte Mehmet Kurtuluş'un Derviş Ağa'sı da öyle. Halime Sultan'ın Derviş Ağa için söylediği "Gözleri hem ateş gibi aydınlık hem gece gibi karanlık. Gizlediği bir şeyler olduğuna yemin edebilirim." sözü tam da benim en başından beri hissettiğim şeyin bir özeti gibiydi. Sadece sözleriyle değil, eylemleriyle de Padişah için güvenilir ve sadık biri olduğunu kanıtlasa da Derviş Ağa'da tam olarak tanımlanamayan, belli belirsiz karanlık bir nokta olduğunu seziyorsunuz hep. Bize şimdiye kadar gösterilmese de Mehmet Kurtuluş'un karakterini algılayış ve aktarış şekliyle, yakaladığı tonla hissediyorsunuz bunu. - 1001 Tv
Geçtiğimiz Perşembe akşamı yayınlanan dördüncü bölümde ise nihayet karakterler ete kana bürünmeye başladı. Biz de sadece duyuyor olduğumuz şeyleri nihayet görmeye başladık böylece. Örneğin en baştan beri Halime Sultan'ın kurnazlığı, Handan Sultan'a göre daha zeki ve plancı olduğu konuşuluyorken bu bölümde hem Handan Sultan hem Derviş Ağa'yla diyaloğu sayesinde olayları nasıl yönlendirdiğini izledik.
Tesadüfle bulduğu, Fahriye Sultan'a Mehmet Giray'dan gelen mektubu kullanış şekli de doğrudan ve çok etkili bir müdahaleydi. Handan Sultan'ın kontrol edemediği olaylar karşısındaki kifayetsizliğini örtmeye çalışırken iyice ortaya çıkan duygusallığı da ikna edici bir şekilde işlendi.
Hikayenin henüz başı olması nedeniyle kendilerine çok az yer bulabilen, derinliksiz sahnelerde izlediğimiz, birbirleriyle ilgisi yok gibi görünen bazı karakterler arasında kurulan ilişkiler de işi daha renkli ve ilginç hale getirmeyi başardı. Örneğin Fahriye Sultan, bu bölüme kadar sadece Mehmet Giray'la gizli buluşmalarında, sıkıcı denebilecek sahnelerde görünüyorken, annesi Safiye Sultan'ın onu Handan Sultan'ın en güvendiği kişi olan Derviş Ağa'yla evlendirmek istemesiyle bir anda iktidar savaşlarının merkezine oturdu ve hem kendinin hem de Derviş Ağa'nın karakteri ve hikayesi derinleşip ilginçleşti.
Bu karakter kalabalığı içinde, oyuncuların performansları nedeniyle en ilgimi çeken, merak ettiğim karakterler de Halime ve Derviş oldular dolayısıyla. (Bütün bölüm içindeki en güzel ve etkileyici sahne de hem yazılışı hem oynanışıyla "mum sahnesi" oldu benim için)
Erkan Kolçak Köstendil'in ilk bölümlerde, karizması, gözlerinden okunan hıncı ve hırsıyla sağladığı etkileyiciliği sürdürebilmesi için Şahin Giray'ın duyguları çeşitlenmeli. Karakterin inandırıcılığı bakımından da gerekli bu.
Hülya Avşar'ın, Safiye Sultan'ın üzerine çok güzel giydiği asaleti ve ihtişamı da bölümler geçip karakterler derinleştikçe biraz yapay durmaya, ortak dokuya çok fazla uyamamaya başladı. Daha insancıllaşmalı.
Herhangi bir yerli diziden söz ederken sürenin uzunluğundan şikayet etmemem imkansız. Kösem'de çok fazla karakter ve yan hikaye olduğunu düşünürsek -yoruculuğu bir tarafa- sürenin uzunluğu çok sorun olmayabilir. Burada beni süreyle ilgili en rahatsız eden konu, mekanların sıkışıklığı, kısıtlılığı, darlığı... Dizinin çok daha fazla açık alana, geniş planlara, derin sahnelere, ferahlamaya ve daha çok aksiyona ihticacı var.
Çoğunlukla, herkesin hapis hayatı yaşadığı karanlık saray koridorlarında, loş odalarda, iki üç kişi arasındaki konuşmalarla geçen bir dizi için uygun süre ancak ve ancak 45-50 dakika olabilir. Ötesi çok boğucu, sıkıcı olmaya başlıyor. Birkaç bahçe sahnesi, güzel tarihi manzara görüntüsü bu boğucu duygudan çıkmak için yeterli değil.