1001 Tv > 1001 Yorum > O dağları aşacağına umudum hala var Ferhat

O dağları aşacağına umudum hala var Ferhat

Işınla Bizi Scotty | 12.12.2019 | Ferhat ile Şirin
Ferhat ile Şirin

 Bilindiği üzere, Ferhat ile Şirin efsanesi kavuşamadan can veren iki aşığın hikayesini anlatıyor. Efsaneye göre Ferhat, başarılı bir nakkaştır. Yörenin hükümdarı Mehmene Banu, konağını süslemesi için Ferhat'la anlaşır. Ferhat, konakta çalışırken Mehmene Banu'nun kardeşi Şirin'e aşık olur; onunla evlenmek ister. Banu, bu evliliğin gerçekleşmesini istemez. Ferhat'a imkansız bir şart koşmak için, dağın ardındaki suyu şehre getirmeyi başarmasını ister. Ferhat, yıllarca dağı delerek suyu getirmeye çalışır. Başaracağı sırada Banu, Ferhat'a bir haberci göndererek Şirin'in öldüğünü söyletir. Bunu duyan Ferhat, dağda yol açmak için kullandığı gürzle kendini öldürür. Ferhat'ın öldüğünü öğrenen Şirin de kendi canına kıyar. 

 
Öykünün günümüz için modernize edilmiş halinde Ferhat bir marangoz, ahşap ustası. Banu, büyük bir mücevher/tarihi eser ticareti (hadi ticaret diyelim) imparatorluğunun başı, Şirin de onun biricik kardeşi. Banu'nun Ferhat'ın Şirin'e aşık olduğundan da haberi yok, ondan büyük bir engeli aşmasını istemişliği de. Hikayenin, FOX için uyarlanmış dizi versiyonunda Ferhat'ın aşması gereken mecazi dağlar çok daha karmaşık. 
 
Bu yazıyı eğer Ferhat ile Şirin'in ilk bölümünün ardından yazsaydım bambaşka bir içeriği, başka bir duygusu olacaktı; övgü ve hayranlık gibi. Üçüncü bölümün ardından diziyle ilgili manzara da, benim ona karşı olan duygum da, bu yazının içeriği de hayli değişti. İlk bölüme geri dönecek olursak...
 
Dizi, günümüzden 12 gün önce, Ferhat'ın İzmir'de elinde bir takım adresler ve eski bir fotoğrafla birini aradığını görmemizle başladı. Birkaç saniye içinde, yıllar öncesinden bir anıya uzandık. Küçük Ferhat, annesiyle birlikte can havliyle, nefes nefese birilerinden kaçıyor. Eş zamanlı olarak günümüzde Ferhat'ın bir binaya doğru yavaş yavaş ilerleyişini görüyoruz. Annesi küçük Ferhat'ı bir bahçeye saklıyor, oradan hiç ayrılmamasını söylüyor. Kaçtığı kişi onu buluyor. Günümüzde ise Ferhat bir genel eve girerek annesini arıyor... Bu, hem çok çarpıcı, hem çok estetik hem de izleyeni hemen içine alıveren etkili bir açılış sahnesiydi. (Şimdi bu yazıyı yazarken hatırlamak için yeniden izlediğimde, tekrar aynı derecece etkiledi beni.) 12 gün sonraya, bugüne ve İstanbul'a geldiğimizde kendimizi Ferhat'ın atölyesinde pencereden sızan gün ışıkları, etrafta uçuşan ahşap tozları ve neredeyse mistik bir atmosfer içinde bulduk. Bu, detaylarla zenginleşmiş, hem enerjik hem şiirsel anlatım beni kalbimden yakaladı. 

Ferhat'ı tanıyış şeklimiz böylesi bir mağduriyet ve annesini arayışındaki hüzünle olduğu için, izleyici olarak hemen elinden tuttuk karakterin. Sonrasında gelen sahnelerde gördüğümüz, babası ve atölye çalışanlarıyla birlikte sıcak ve samimi ortamları, yaşadıkları maddi güçlük bizi karaktere daha da yakınlaştırdı. 

Ferhat'ın, yaşadığı maddi güçlükleri aşmak için almak zorunda olduğu bir iş gibi görünen Karalı Konağı tadilatı, bizi Banu (evet o Mehmene Banu) ve onun kardeşi Şirin'le tanıştırdı. Banu güçlü, kendinden emin, cesur, hayatındaki her şeyin hakimi konumundaki bir kadın olarak çizilmişti. Yerli ekranımızda böylesi güçlü ve bağımsız kadınları görmeye alışık değiliz. Görebildiğimiz nadir örnekler de "entrikacı" olarak tanımlanan, düpedüz kötü, çıkarcı, bencil karakterler. Banu, farklı olarak ailesine düşkün, merhametli, asil ve adaletli bir kadın. Şirin ise, Banu gibi hayatındaki her şeyi kontrol eden, her şeye hükmeden bir kadın olarak tanımlanamasa da, hapsolduğu korumacı kozanın içinden ve silahlarla dolu güç savaşından çıkmak için var gücüyle çırpınan, cesur, savaşçı bir karakter. Bu birbirlerine benzemeseler de kendi var oluş biçimleri içinde güçlü duran iki kardeşi ve ilişkilerini sevdim. 
 
Bu hikayedeki üç ana karakterin de hikayeleri kendi başına ve üçlü olarak ilgi çekici, etkileyiciydi. Banu'nun babasından devraldığı imparatorluğunda, yoluna çıkmak isteyen engelleri aşarak cesaretle mücadele etmesi, Şirin'in yaşama arzusu, özgürlük mücadelesi ve müzik sevgisi, Ferhat'ın sanata düşkünlüğü, gözü yüksekte olmayan, emeğiyle yaşamak isteyen biri oluşu, açık sözlülüğü, annesini bulma mücadelesi ve bu sırada girdiği Karalı Konağı'nda karşılaştı çeşitli davranışlar karşısındaki bocalamaları... Tüm bunlar aşk üçgeni olmadan da yeterince ilginçti. 
 
İlk bölümü hikayesi, senaryosu, rejisi, müzikleri, sanat yönetimi, hemen her şeyiyle çok beğenip ikinci bölüm için de koşa koşa ekran başına oturdum. Ne var ki, ikinci bölüm ilk bölümle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir dağınıklık, plansızlık ve soğukluk içinde ilerledi. Senaryo mantık aramayı bıraktı, reji özensizleşti. Performanslar uyumsuzlaştı. Herkes gelip solosunu atıp gidiyor adeta, ekranda bir orkestra göremez olduk. Bir bölümden diğerine adeta, işe dahil olan herkesin dağılıp gittiği bir değişimi daha önce gördüğümü hatırlamıyorum. 

En büyük kaybı, ana karakterimiz olan Ferhat'ın iç dünyasına ve vaat edilen aşkına uzaklaşarak yaşadık. Her şey hızlı gelişmesine rağmen Ferhat ve Şirin arasında çok  samimi bir şekilde gelişen aşka inanmıştım ben. Ferhat'ın duygularına da... Evet çabuk oldu ama bazen bir insanın dünyasının çevresinde senelerce dolaşır içine girecek bir kapı bulmazsınız. Bazen de o dünyanın kapısı bir an aralanır, şanslıysanız senelerce uğraşıp bulamayacağınız kapıdan içeri giriverirsiniz. Ferhat'ın Şirin'i ney üflerken görüşü böyle bir kapıydı işte. Şirin'in Ferhat'a nasıl bu kadar değer verdiğine inanmam için de tek cümle yetti: "Sen beni anladın."  İlk bölümün sonundaysa bambaşka bir hikayeye geçtik sanki.  Ferhat'ın, babası ve Şirin'in ailesi hakkındaki gerçeği öğrenmesiyle birlikte, bu ilişkinin geleceği olamayacağını anlamış olması elbette makul bir açılımdı; ama bu açılımın işleniş şekli, dizinin adıyla ve konusuyla vaat ettiiği her şeyi adeta inkar eder şekilde oldu. İkinci bölümün başından itibaren Şirin'e karşı herhangi bir duygusu olduğuna dair bir iz bile göremediğimiz bir Ferhat vardı artık karşımızda. Bölümün başında bu soğukluğu Şirin de hissetti zaten ve ikinci bölümün ana konularından biri de Şirin'in bu şaşkınlığıydı (Bu durum iki bölüm boyunca da sürdü zaten. Şirin'in Ferhat'la kaç kez konuşmaya çalıştığını hatırlamıyorum bile.). Ferhat'ın Şirin'e mesafeli davranması, kendini geri çekmesi normal olsa da, bütün bunlar olurken Ferhat'ın sırrını, amacını ve kalbindekini bilen biz izleyicilerin onun kendi içinde yaşadığı çalkantıya tanık olmamız gerekiyordu. Şirin'e ne söylerse söylesin, nasıl davranırsa davransın, sadece izleyicinin hissedebileceği, Ferhat'ın gerçek duygularını açığa çıkaran anlar olmalıydı.

Bu konuda senaryoda, rejide ve ona bağlı olarak, performansta büyük boşluklar vardı. Örneğin, Ferhat sabah kamyonetiyle köşkün bahçesine girdiğinde Şirin'i eli ayağına dolaşmış, kendi tutamayıp bahçeye koşarken görüyoruz. Ferhat'sa köşke girdiğinde (sözde aşık olduğu) Şirin'i görebilmek için bir göz ucuyla bakınmıyor bile. Şirin koşa koşa ona gelene kadar, Ferhat'ın sözde aşık olduğu kız aklına bile gelmiyor. Onu görünce de, tanık olduğumuz daha çok "Nereden çıktı şimdi bu?" gibi bir tavır. Senaryoda Ferhat'ın köşkün bahçesine girdiğinde gözleriyle Şirin'i aradığına dair bir satır yok belli ki. Dizinin yönetmeni Ferhat'ın arayan, heyecanlı ve tedirgin gözlerini görebileceğimiz bir yakın plan çekimi ihtiyacı duymuyor. Tüm bunların oluşmadığı bir ortamda performans da bambaşka konulara odaklanıyor haliyle. Ana karakterimizde olmasını bekleyeceğimiz bu gibi eksiliklerin en büyük örneğiyse üçüncü bölümde yaşandı. Ferhat, Banu'yla baş başa vakit geçirmek için şehir dışında bir otele gitti. Gecenin ilerleyen saatlerinde, Banu'yla yakınlaştıkları bir anda telefon geldi ve Şirin'in fenalaşarak hastaneye kaldırıldığını öğrenip apar topar İstanbul'a döndüler. Kendisi onu aldatıyorken, aşık olduğu kızın fenalaştığı haberini alınca panik olmasını, çok endişelenmesini bekleriz değil mi? Tabi ki böyle bir şey olmadı. Ne yolda ne döndüklerinde ne de sonrasında Ferhat'ın Şirin için bir an bile endişelendiğini, sağlığı hakkında bilgi almaya çalıştığını gördük. Banu'nun önünde Şirin'in gözlerinin içine baka baka aralarında hiçbir şey olmadığını söylediği ve onu yalancı durumuna düşürdüğü anda, dışarıya ne kadar soğuk ve kararlı görünürse görünsün, içten içe yaşadığı acıyı biz (sadece biz, izleyiciler) o an yüzünde görmeliydik. Şu anda Ferhat'ta görebildiğimiz sadece vicdan azabı. O da bazen...

Bu çok önemli eksiğin dışında hikayenin akışında başka pek çok sorun, kontrolsüzlük, kararsızlık, plansızlık örneği mevcut. Banu gibi güçlü birini bile tedirgin edecek kadar büyük bir dert olarak tanıtılan Sarı Soner fiyaskosu örneğin. İlk bölümde önümüze çıkarılan bu karakteri biz sahnelerce, onu neredeyse yakından tanıyacak kadar görme imkanı bulduk: Sağ kolunun adı nedir, nerede yer içer, kimlerle gezer... Sahneler boyunca Sarı Soner! Sonra ne görelim? Banu'nun can düşmanı olacakmış ve onun canını çok sıkacakmış gibi görünen bu Soner ikinci bölümün ortasında, hiçbir amaca hizmet etmez bir şekilde ölüverdi. Son anda Yiğit'in adını verişinden bile bir şey çıkmadı. 

 
Onun öldüren, Banu'nun yakın aile dostu ve ortağı (Bir iş ilişkileri var ama o da ne , tam belli  değil.) Hüsrev karakteri, hayatı, evi, oğlu, her şeyiyle o kadar önemsiz ve karikatürize ki... Aslında Ferhat'ın dramının baş mimarı olan bu karakterden çok tedirgin olmalı ve onunla ilgili gelişmelerden heyecan duymalıydık ama öylesine yüzeysel yazılıyor ki kendini sürekli tekrar eden, sıkıcı bir yan hikaye olmaktan öteye gidemiyor. 
 
Ferhat'ın annesine ulaşmak için çabaları çok savruk işleniyor. Son iki bölümdür izlediğimiz Ferhat karakteri erdemsiz olmakla kalmıyor, akılsız da! Banu'nun ağzından laf almak için imkanları o kadar fütursuzca zorluyor ki, şu an aşık olmadığı bir kadınla sevgili, aşık olduğu kız ise onun yüzünden evlenmek üzere. Sadık'ın yemiyle Banu'nun akşam bir sergiye gideceğini öğrendiğinde bir an için bile "Karalı imparatorluğunun başındaki Banu Karalı'nın davet edildiği bir sergide benim nasıl bulunduğumu ona nasıl açıklayacağım?" diye düşünmüyor bile. Halbuki onu görebilmek için tonlarca doğal sebebi var. Evinde tadilat yapıyor! Olamayacak yerlerde, güya tesadüfen karşısında çıkacağına, Kapalıçarşı'ya gidip Banu'yla iş yerinde iş bahanesiyle görüşsün mesela. Banu'yla her sohbetinde de ağzından laf almak için o kadar doğal olmayan bir şekilde zorluyor ki, şu ana kadar Banu ve Şirin'in Ferhat'ın bir şeyler çevirdiğini anlamamalarının tek nedeni hormonları. 
 
Ferhat'ın Banu ve Şirin'den kendi anne-babası hakkında bunca bilgiyi kolayca elde etmesi de ayrı bir savrukluk. Şirin "Ben artık sensiz yapamam Ferhat" diyerek atölyeye koşuyor. Sarmaş dolaş, romantik bir  sohbet ediyorlar. Sonra Şirin durup dururken "Babam bir kadın yüzünden öldürüldü. Adı Şehnaz'dı." deyiveriyor. Banu'dan bilgi almaya çalışırken Banu, on iki yaşındayken evin çalışanlarından Şehnaz'ın köyü Akbaba'ya dönmüş olduğunu duyduğunu anlatıyor. Ferhat ne kadar da şanslı böyle! Köyde annesinin 20 yıl önce yaşadığı harabe evde ona yazdığı mektubu buluyor. Ferhat'ın hayatı boyunca yakalamadığı talih, onu son bir haftada buluverdi!

Şirin, Yiğit'in tehdidiyle evlenmeyi kabul ettiğinde Banu'ya Ferhat konusunda hata yaptığını ve Yiğit'le evlenmeye karar verdiğini söylemek yerine Ferhat'ın yalan söylemediğini, kendisinin onu kandırdığını söylüyor mesela; ki Ferhat ve Banu ilişkisi, ortaya çıkan onca rezilliğe rağmen devam edebilsin. 

 
Örnekler saymakla bitecek gibi değil. Son iki bölümdür saçımı başımı yolarak oturuyorum ekran karşısında. Gözlerimi devirmekten gözlerim acıdı artık. Gerilmem gereken sahnelerde acı acı tebessüm ederken buluyorum kendimi. İçimden bir ses, çekimlere başlamadan önce oyuncuların ve yönetmenin elinde epeyce farklı bir senaryo olduğunu; daha sonra yapılan müdahalelerle dizinin bu hale geldiğini söylüyor. İlk bölümdeki özenin ve çabanın sonraki bölümlerde bu denli yok olmasını başka türlü açıklayamıyorum.  
 
Peki hem şimdi bu yazıda, hem de bölümü izlerken sosyal medyada bu kadar eleştirmeme rağmen neden vazgeçmiyorum? Neden bölüm başlar başlamaz ekran karşısına oturuyorum, bitene kadar kalkmıyorum ve merakla fragmanı bekliyorum? Sanırım bunun cevabı ilk bölümün başarısında. Hikaye o kadar sağlam bir yerden açıldı ve izleyiciyi yakaladı ki, ne olursa olsun kopamıyorum. Ferhat'ın o dağları nasıl aşacağını, hikayesinin nereye varacağını görmek istiyorum. Şu anda çok dar bir aralığa sıkıştırılmış olsalar da,  kişiliklerini, dünyalarını ve başta kurdukları ilişkileri sevdiğim üç ana karakterin yaşayacaklarını görmek istiyorum. Bir dizi, ne olursa olsun izleyiciye böyle hissettiriyorsa hâlâ umut var demektir. Yeter ki heyecanını ve konsantrasyonunu kaybetmiş görünen ekip aynı ruhu yeniden yakalayabilsin.

 

Bölüm özeti Oyuncu kadrosu Genel Bilgiler Haftalık Dizi Programı